13.6.06

CIVE PAKISTAN - 2


gecen haftadan devam...

Caresiz ucaktan indik ve havaalanindan uzaklasirken ufak bir plan yaptik. Paralar suyunu cekmisti, finansal destege ihtiyacimiz vardi. Bir sonraki ucak 2 gun sonra idi ve benim o iki gunu yabanci bir ulkede otelde bos bos yatarak gecirmeye hic de niyetim yoktu. Pesaver baglantimiz Saud ve Kabil ile yapilan bir kac telefon gorusmesi sonrasi herseyi ayarladik. Yaklasik 2 saat sonra Islamabad’in o en luks otelinde, daha once hic gormedigim ve tanimadigim 2 adet entarili ve mintanli Pakistanli arkadas, lobideki insanlarin bakislari arasinda, 10 ve 20 dolarlik banknotlardan olusan ve bu memleketteki normal insanlar icin cok yuklu bir miktar olan 1000 dolarlik bir desteyi elime tutusturdu. Bu batili genc kimdi, bu adamlar neyin nesiydi ve bu parayi neden veriyorlardi; parayi cebime sokup kendime bir kahve ismarlarken uzerimde merakli gozlerin agirligi vardi. Kendimi ikinci dunya savasi sirasinda Ingiliz kolonilerinde gecen bir casusluk romaninin kahramani gibi hissediyordum.

O gece telefonumun ve dijital kameranin pillerini sarj ettim, ertesi sabah kalan tum esyalarimi Oguz Abi’ye teslim ettim ve yanima dis fircami bile almadan, cebimde pasaportum, telefonum, biraz para, gunes gozluklerim ve dijital kameram ile Lahor’a giden ilk otobuse kendimi attim.

Insan bilmedigi seyden korkar, bu korku onun dogal savunma mekanizmalarindan biridir. Korkar cunku risk vardir, deger verdigi birilerini ya da birseylerini kaybetme riski. Fakat hic risk almayan insan hayatini bir bitki gibi surdurur. Gunluk hayatlarimizda hepimiz cesitli derecelerde riskler aliyoruz, sabah trafige cikmamiz, is yerinde verdigimiz kararlar, hep farkli duzeylerden, cesitli degiskenleri kontrol edilebilir risklerdir. Bilmedigim bir yerde, bilmedigim bir sehre, ustelik hic de hazir olmadan ve dogru duzgun bir plan yapmadan gitmeyi goze alarak belli bir derecede riske girdim belki, ancak kaybedecegim en buyuk sey zaman ve ya biraz para idi. O an icin ikisini de gozden cikarabiliyordum, ayrica icimde plansiz programsiz birseyler yapma heyacani ve istegi vardi. Benim gibi duzen ve program hastasi ruhlar icin boyle bir istegin bulununca degerlendirilmesi gerektigi malumdur.

Daewoo otobus isletmesine ait klimali otobusumde oldukca guzel bir otobandan doguya, Lahor’a dogru giderken Ingilizce yayinlanan Pakistan’in “The Nation” gazetesinde, otobus firmamin da sahibi olan Guney Kore’nin dev holding’i Daewoo’nun patronu Kim Wong Choo’nun sahtekarliktan dolayi 10 yil hapse mahkum oldugunu okudum. Sanirim gittigimiz yerin gercekten Lahor olup olmadigini kontrol etmem gerekecekti.

Lahor’a inince ilk dusundugum donus biletini ayarlamakti, ancak onceden bilet satmadiklarini anlayinca rezervasyon yaptirdim, otobus tarifesini de yanima aldim. Simdi ilk is olarak kendime kalacak yer bulmam gerekiyordu. Taksi duragina yanasmak iyi bir fikir degildi, onlarca taksici adeta uzerime atlayacakti. Pesime takilan taksicilere hayir diyerek pazarlik yapabilecegim tek bir taksi bulmak umudu ile biraz yolda yurudum, ancak inanilmaz sicakta bu pek akil kari bir is degildi, ve ortalikta baska taksi de yoktu. Mecburen donup kendimi taksi duragina attim, aninda ortalik ana baba gunu oldu. Bi kac soru sordum ve verdigi mantikli gorunen cevaplardan Ingilizce bildigini tahmin ettigim birinin taksisine bindim. Adamin kafasina gore “ok”, “yes”, “no” dedigini, ezberledigi cumleleri saydirdidigini ve o gun sansli gununde oldugunu anlamam uzun surmedi.

Islamabad’daki konaklama modelimize uymayi planlamistim, yemekleri guzel ama yataklari pahali otelin yakininda ucuz bir yer bulup geceyi orada gecirecektim. Ama bu guzide otelin Lahor subesinin yakininda baska hic bir otel olmadigini gorunce mecburen taksi soforumuz yoldan cevirdigi insanlara uygun bir yer sormaya basladi. Pek hayirli bir durum degildi dogrusu. Sehre girerken ne kadar cok universite kampusu oldugunu farketmistim, gercekten de yolda gordugumuz insanlarin arasinda cok sayida genc ve salvar-mintan haricinde pantalon, gomlek, tisort giyen insan vardi. Soforun konusmaya calistigi bir gence direk “Ingilizce biliyor musunuz?” diye atladim ve dort ayak uzerine dustum. Cocuk Ingiliz Dili ve Edebiyati okuyordu ve bir iki cumleden sonra direk taksiye binip olayi tamamen kendi uzerine aldi. Dunya kupasi ve Hasan Sas muhabbetine muteakip, beni 4-5 otel gezdirip pazarlik yapti, odama kadar cikip klimanin calisip calismadigini bile kontrol etti, ve sehrin ortasindan gecen, Hindistan’dan gelen ve tum Lahor sakinlerinin icine girip serinledigi, Pazar gunleri kiyisinda ayakta duracak yer bulunmadigini daha sonra ogrenecegim camurlu suyu getiren kanal yakinlarinda bes-alti odali, nispeten temiz bir misafirhane’ye yerlestirdi. Daha ne isteyebilirdim?

Aksam yemegi olarak biseyler ismarladim, ancak daha onceki deneyimlerimizden birinde oldugu gibi yine yemegi tencere ile getirdiler ve beste birini ancak yiyebildim. Daha onceki olayda Oguz Abi ile ikiser parca yemek ismarlamistik ve her biri en az uc kisilik porsiyonlarla gelmisti, toplam on iki insan evladini doyuracak yemeklerin ucundan utanarak tirtikladiktan sonra cope gondermek dogrusu icimizi ciddi bir sekilde burkmustu.

Ertesi gun resepsiyondaki arkadasa bir taksi cagirtip bu kez daha derinlemesine konusarak Ingilizce bildiginden emin olduktan sonra eline onceki gunlerde oradan buradan bir araya getirdigim “Lahor’da gorulecek yerler” listesini tutusturdum ve pazarliga giristim. Adamin ilk soyledigi fiyatin yarisina anlastik, ve yola koyulduk. Lahor Muzesi’ni, Badshahi Camii’ni, Shalimar Bahceleri’ni, Chaburgi Kapisi’ni, Sehidler Kalesi’ni arada bir tek, ne yazik ki, McDonald’s da durup ikmal yaparak gezdik. Artik icine avuc avuc baharat atilmis yagli yemeklerden fenalik gelmisti ve o an icin rezil Amerikan hamburgeri bile daha mantikli gorunuyordu.

Bu arada anlatmadan gecemeyecegim, 350 yillik Badshahi Camii, bizim bildigimiz kapali ibadet mekani anlayisindan biraz farkli bir yapi, bu yuzden bi sure “ee bu binaya nerden giriliyo?” diye salak salak bakindim. Yaklasik 200 metreye 150 metrelik bir avlunun bir tarafinda kemerli ve yuksek bir kapi, diger tarafinda birbirlerine arabesk kemerli gecislerle baglanmis sogan kubbeli eyvanlar var. Avlu, cepecevre yine kemerli gecislerle bezenmis kapali bir koridor seklinde birlesiyor ve duvarlarda yakinlardaki bir nehir yatagina bakan acikliklar var. Hala yerinde mi bilemiyorum, vaktiyle Ankara Altinpark’da bir Feza Gursey Bilim Merkezi vardi. Oradaki turlu bilimsel oyuncak arasinda akustik ile ilgili olan bir tanesi oldukca ilgincti, salonun bir kosesinde uydu canagina benzer bir yapinin icine fisildayan bir arkadasinizin sesini koca mekanin diger ucunda, kalabaliginin ugultusu arasinda bir baska canaktan cok net olarak duyabiliyordunuz. Badshahi’de de o sogan kubbelerin altinda yasli bir adam yanima yanasti ve beni elimden tutup duvarin bir kosesine goturdu, kulagimi koseye dayamami isaret etti. Mekanin akustik ile ilgili bir hikayesi oldugunu daha onceden biraz bildigimden dedigini yaptim, kendisi ise kosarak kubbenin tam capraz diger kosesine gitti ve duvara dondu. Fisildayan sesini, fisildadigini dahi ayirt edebilecegim kadar net bir sekilde duyabiliyordum. Begendigimi gorunce beni bu sefer bir diger alcak kubbenin altina goturdu ve yere coktu, aynisini yapmami isaret etti. Camiinin yerlesimine gore burasinin muezzinin yeri olmasi gerektigini dusunuyordum ki, 60 yaslarindaki kisa boylu, ihtiyar amcanin sicaktan ve susuzluktan kurumus dudaklari arasindan bir “himmm” sesi cikardigini farkettim, ayni anda kubbenin ici kuvvetli bir ses sisteminin her yaniniza dagilmis hoparlorlerinden geliyormuscasina yuksek bir ses ile inlemeye basladi.

350 yil once bu akustik kaliteyi bu zengin mimari ile birlestiren insanlara saygi duydum, ve gercekte “medinilesme” ‘nin teknolojik gelismenin neresine dustugunu, dunya tarihinde kurulup yok olan uygarliklar ve geride bunun gibi sanat eserleri ve kilometre taslari birakarak gecmisin karanligina gomulen kulturlerin de acaba simdi bizim icinde bulundugumuz gibi bir sonsuza kadar varolma vizyonu hatasina dusup dusmediklerini merak ettim. Sicaktan kavrulan genis avluyu son bir kez gecerek disarda beni bekleyen taksime ulastim.

Beyaz mermer ve pembe-kirmizi tuglalarda yapilmis tarihi binalar ve yeni yapilarla dolu Lahor’un Pakistan’da gordugum diger sehirlerden farkli bir havasi mevcut. Muhtemelen bir kac saatlik mesafedeki Yeni Delhi’nin ve de Hindu, Budist ve Sikh kulturlerinin bunda etkisi var. Ilk bindigim taksinin soforu beni gavur bellemis olacak ki ilk ettigi laf “Ben Hristiyan’im” olmustu, tabii ben arkasinda “Biz de elhamdulillah muslumaniz” diyince konuyu daha fazla kurcalamadi, zaten dili de pek yeterli degildi hatirlarsaniz. Sehirde farkli kulturlerin varligini kanitlarcasina Sikh tapinaklari, kiliseler ve camiiler yanyana, fakat bu ic icelige ragmen bolgede Pakistan’in kurulmasindan bu yana sure gelen, ve hala cozulmemis olan, Kashmir sorunu ile de gun gectikce kroniklesen Hindu-Musluman cekismesinin bir kaniti olarak bir saldiri korkusu ile Muslumalarin Sikh tapinaklarina girmesine izin verilmiyor.

Bu kisa zaman diliminde gorebilecegim her yeri gordukten ve sicaktan iyice pelte haline geldikten sonra tekrar Daewoo’nun otobusune atlayarak Rawalpindi ye geri dondum. Yagmurlu bir karsilamadan sonra tekrar otelime yerlestim ve guzel bir dus sonrasi uykuya daldim. Bu kez ertesi gun kesin donuyorduk.

Ne yazik ki pek de oyle olmadi. Ucak Kabil’in uzerine kadar gelip hava muhalefeti bahanesi ile geri dondu. Bahtsiz bedevi misali bu kez ne yapacagimizi bilemiyorduk, resmen Pakistan’da mahsur kalmistik. Artik kisa vadede gorebilecegim ve yapabilecegim pek bir sey de kalmadigindan, iki gun sonraki ucagi otel odasinda pinekleyerek ve televizyon seyrederek bekledim.

Pakistanli kardeslerin, ilkgenclik yillarimda bizdeki televizyon kanallarinda da bolca olan ve “acaba gercek mi?” diyerek izledigimiz nam-i deger pankreas, Amerikan guresi sevdalarini da bu arada kesfetmis oldum. Bir cok kanalda mutemadi sekilde bu gosteriler/dovusler gosteriliyor ve daha sonra baskalari ile olan konusmalarimdan anladigim kadari ile bunlarin gercek olduguna ciddi bir sekilde inanmis vaziyetteler. Muhtemelen bu olay Hindistan’da da ciddi sekilde populer olmali ki ringlere cikan Hintli bir guresci bile var. Bir kanalda bitince digerinde basliyor ve Urdu dublajiyla spiker heyecanli bir sekilde birbirinin kafasinda gitar, masa, sandalye kiran ve ringlerin kenarlarindan yaylanip kosup kosup birbirinin uzerine atlayan garip ve komik kiyafetli, makyajli, bazisi gobekli, dovmeli, tasmali bi alay ilginc karakterin gosterisini anlatiyor.

Bir diger enteresan konu ise kriket denen acayip oyun. Iki gun izlememe ragmen, kim nereye atiyor, vurunca noluyor, tutunca noluyor, bu kadar adam neden o sahaya toplanmis, bu insanlar tribunlerde ne yapiyor anlayabilmis degilim. Izledigim atislarin neredeyse hepsine vurdu adamlar, yuz puana yakin skor farklari olustu, profesyonel sporcu bir alay adam bu sure icinde sahada gezindi, bir faaliyet gostermedi, ben olayi cozemedim. Ilk firsatta ogrenecem. Bence bu isi Ingilizler somurgeleri uyutmak amaciyla uydurmus ve eldeki malzemelerden, camasir tokaci, bir top ve bi kac direkten bu olayi uretmisler. Zaten dunya klasmanlarini da gordum, takimlarin alayi Ingiliz somurgesi ve ya kolonisi. Yine de saygi duyuyoruz, o ayri. Izledigim adi “gili gili gappa” olan garip yarisma programindan ise burada hic bahsetmiyorum.

Buyuk sehirlerinde gormedigim bir tek Karaci kaldi sanirim, o da benim donup durdugum mekanlara biraz uzak. Bizim gibi dag, tirmanis sevdalilari icin esas gezilecek yerler olan Islamabad’dan baslayip Himalayalar ve Karakoram iclerinden yukselerek Cin’e kadar uzanan meshur Karakoram Otobani icin ise ne yazik ki vakit yeterli degildi. Pakistan sekizbinliklerinin baslangic duragi Skardu, karayolu ile 20 saate yakin zahmetli bir yolculuk gerektiriyor, ucak bileti gidis gelis 120 dolar civari olmasina ragmen sadece haftada bir kez var, ve malumunuz uzre, ne yazik ki zamanim buna uygun degildi. O da baska sefere artik.

Ucuncu ve son kez havaalanina ulastigimizda artik bu uzatilmis gezinin bitmesini gercekten istiyorduk. Pakistan Havayollari’nin yetkilisi onaylanmis biletlerimize ekonomi sinifinda yer olmadigini ve bir iki saat beklersek kesin durumun belli olacagini soyleyince, tereddutsuz biletleri birinci sinifa cevirdik. Ucusta gazete servisi yapilmasi disinda yine ayni ton balikli puf boregi ve ketcapli keki yedik, dogrusu o paraya degecek bir fark goremedik ama onemli olan geri donebilmekti. Yolda karsilastigimiz alcak basinc bolgelerinin sagindan solunda dolasan pilotumuzun her anonsunda her an geri donme karari vereceginden korkarak simdiye kadar yaptigim en sarsintili ucak yolculugu ile Kabil’e ulastik.

Biraz uzun oldu sanirim ama Pakistan hikayelerim burada bitiyor. Beni taniyanlar her ne kadar geleneksel goruslu bir adam oldugumu ve bir an once evlenip bir yerlere yerlesmemi salik verseler de, ruhumun bir yerlerinde gezip gormek, dunyayi dolasmak icin gizli bir durtu var. Ozellikle farkli toplumlari ve kulturleri gormek, turistler icin kurulmus bir vitrindeki mankenlere bakmaktan cok insanlarin arasina karisabilmek, hayata ve olaylara bakis acilarini gozlemleyebilmek bana oldukca ilgi cekici geliyor. Gozlemledigimi yaziya dokmek ise ne yazik ki benim icin ancak ruzgar dogru yerden eserse mumkun olabiliyor. Sahsi kanaatimce, sadece bakmak degil, gorebilmek ve sadece yazmak degil anlatabilmek, eger basarabiliyor iseniz, deneyiminizi degerli kiliyor.

29 Mayis – 04 Haziran

Islamabad-Kabil

5.6.06

CIVE PAKISTAN*

*cocuklugumdan hatirliyorum, melodisi kulagimda hala, cive cive cive pakistaaaan...

Hersey mermer ile basladi.

Santiyede mermere ihtiyacimiz vardi, ancak Afganistan’da her yer dag tas olmasina ve mermer de bol miktarda bulunmasina ragmen istedigimiz kalitede ve standartta yoktu. Bu yuzden en uygun secenek komsumuz Pakistan’di.

Baglantimiz Pesaverdeydi. Kabil-Pesaver arasi her ne kadar karayolu ile 8 saat civari olsa, ve soylenenlere gore muthis manzarali daglik yollardan meshur Hayber Gecidi’nden gecerek Pakistan’a girse de guvenlik nedeni ile bu yolu secmek istemiyorduk. Bahar aylari ile birlikte Taliban hareketliligi artmis ve Pakistan sinirindan sizma ve catisma haberleri gelmeye baslamisti. Bunun alternatifi olarak Pakistan Havayollari’nin Islamabad ucagi ile ulkeye girip, tam ters yonde arac ile Kabil yolunda yer alan Pesaver’e gitmeyi tercih ettik. Her ne kadar Pakistan’i ve diger sehirlerini gormek icin oldukca hevesli olsam da, santiye’de bekleyen islerin yogunlugu programimizi mumkun oldugunca kisa tutmamiza neden oldu, tabii bunlari dusunurken ve bavulumu hazirlarken basima gelecekler hakkinda en ufak bir fikre bile sahip degildim.

Ucakta kalkistan once toplu halde dua ettiren ve amin dedirten hostes ablamizin her zamanki anonslari arasinda bir 38 derece lafi duydugumda yanlis anladigima gercekten inanmistim, taa ki ucagin kapisi Islamabad’da acilip Mayis ayi ortasinda olmamiza ragmen inanilmaz sicak ve nemli bir hava suratima carpana kadar. Insan denen varligin burnundan, yanaklarindan ve kulaginin arkasindan bile terleyebildigini hatirlamis olduk.

Yerel kiyafetleri olan salvar ve mintanlari ile heryerde olan insan kalabaligi arasindan gumruk ve vize kontrollerinden gectik, bizi almaya gelecegi konusunda sozlestigimiz ve daha once hic karsilasmadigimiz Tanver’i gormek umuduyla gozlerimiz kalabaligi tarayarak yavas yavas disari dogru hareket ettik. Fakat havaalani disindaki insan denizine ulastigimizda ne adimizi tasiyan bir tabela gormustuk, ne de taksi taksi diye pesimizde dolananlardan baska birisi ile konusmustuk. Buldugumuz bir telefoncudan adami arayip, trafige takildigini ve yolda oldugunu ogrendik. Yarim saat kadar bekledikten sonra bulusabildik ve Pesaver’e yola koyulduk, 5 dakika sonra ise yol kenarina cekmis kaldirim kenarinda oturuyorduk. Benzinimiz bitmisti. Harika bir Pakistan baslangici olmustu. Biz bu adamlara yuzlerce metrekare mermer siparis edecektik.

Sadece 2 saat surecegini soyluyorlardi yolun, tabelalarda da 175 km yaziyordu, yani asagi yukari hakli olmaliydilar, ama gelin gorun ki yol yaklasik 5 saat surdu. Nasil oldugunu sormayin bilmiyorum, makul ve mantikli bir hizda, bilgisayar oyunlarindaki gibi bir sagdan bir soldan yaya ve agir araclar arasindan slalom yaparak ilerliyorduk ama yol bir turlu bitmiyordu. Zaten trafik soldan akiyordu, her ne kadar Afganistan’daki araclarin da yarisi sagdan yarisi soldan direksiyonlu olsa da, soldan akan trafik bizim icin yolcu koltugundan bakarken oldukca rahatsiz ediciydi.

Yol bu kadar uzun surunce haliyle aciktik ve Pakistan yemekleri ile ilgili ilk deneyimimiz “Usmania” adindaki yerel restoran zincirinde oldu. Turk oldugumuzu ogrenen garsonlarin ve musterilerin sicak ilgileri altinda zencefilli tavuk ve turlu baharatli yiyecekler yedik. Tum bu gezimizin ana fikri asagi yukari olusmaya baslamisti; Pakistanli kardeslerimiz yemeklere avuc avuc baharat atmaya bayiliyorlar, herhangi bir yerde benzerini gorebileceginizi zannetmedigim kadar tehlikeli ve kotu araba kullaniyorlar ve ne yazik ki mikrop ve bakterileri barindiran nanokozmoz aleminden ve temizlikten bihaberler.

Bu ana fikirlere daha sonra ki gozlemlerim isiginda kendi dilleri olan Urdu’nun icine yuzlerce Ingilizce kelime sokmus olduklarini ve bunu gayet dogal kullandiklarini da ekleyecektim. Butun rakamlari ilginc bi sekilde kendi aralarinda bile Ingilizce kullaniyorlar, iki cumlede bir mutlaka birkac Ingilizce kelime geciyor ve yollarda sadece Urdu dilindeki tabelalardan cok sadece Ingilizce yazilmis tabelalar var. Eh, tabi bunun sebebinin onlarca yillik Ingiliz somurgesi oldugunu soylememe gerek yok sanirim, ama bizim bir tanecik yabanci kelime icin bile gosterdigimiz hassasiyeti dusununce, dili korumaya calismanin hic de bos bir caba olmadigini cok daha iyi anliyorum. Ote yandan, Urdu dilinde Turkce’de de kullandigimiz, cay saati, siddet, dusman, sihhat, taakat gibi bir cok kelimenin, muhtemelen ortak Farsca kokenlerden dolayi aynen kullanildigini farketmek de ilginc oldu. Eh, cay saati diyebiliyorsam o ulkede yasayabilirim demektir herhalde.

Pesaverdeki otelimizde gecirdigimiz ilk gecenin sonunda Oguz Abi’nin de benim de klimadan kaynakli ust solunum yollari enfeksiyonlarimiz harekete gecmisti. Kahvalti olarak verilen nohut yemegi ve icinde omurgasizlar familyasindan cok bacakli vatandaslarin gezindigi uzerine yumurta kirilmis baharat yiginindan kosarak uzaklasip Pesaver’in en kral oteline gitmek istedik, ev sahiplerimiz de bizi kirmadilar tabii, ne de olsa faturayi biz oduyorduk.

Boylece oldukca pahali bir otele gittik, fakat resepsiyondaki arkadas faturayi odeyemeyecegimizden suphelenmis olacak ki butun ucreti pesin istedi, kizip bozuldugumuzu belli ederek dolarlari onune koyunca, aksam odamiza alevli meyve sepetinden tutun da , turlu abur cubur’a kadar gondererek kendini affettirmek istedi. Fakat biz iskembeleri coktan gayet ustalikla yapildigi belli olan acik bufe Pakistan yemekleri ile doldurmus vaziyetteydik. Lezzetli olmalarina ragmen burada bile baharatlar yemegin kutlece yarisini olusturuyordu.

Ertesi gun islerimizi halledip, sozlesmemizi imzaladiktan sonra, Kabil’de beraber calistigimiz lokal gumrukleme firmasinin adamlarindan olan Saud bizi sehirde gezdirmeyi teklif etti, muhabbet arasinda arkadasinin hali toptancisi oldugunu ogrenince solugu onun yaninda aldik. Kabil’de defalarca o meshur Afgan halilarina bakmis ancak bize soylenen turist isi super yuksek fiyatlardan kacmistim, simdi oldukca makul fiyatlarla karsimda nefis el isi Afgan halilarini gorunce 4-5 parca hali aldim. Turkiye’ye yuklu fazla bagaj ucretleri bayilmadan nasil gonderecegim hakkinda henuz bir fikrim yok, zamanla gorecegiz, ama fiyatlarini dusununce acaba Turkiye’de hali ticareti isine mi girsem diye dusunmekteyim. Bazi arkadaslarin bildigi pembe filli anekdotumuz hikayemizin burasinda gerceklesti.

Pesaverdeki isimizi tamamen bitirince, ucusumuzu beklemek uzere Islamabad’a gectik ve bir otele yerlestik. Artik yanliz basimizaydik, sectigimiz otel Pesaver’deki bol yildizli otelimizin Islamabad subesine 2 dk lik yurume mesafesindeydi, ve kalan butun yemeklerimizi oradan yemeye karar verdik. Her “gelismekte olan ulke” gibi Pakistan’da da zengin ve fakir arasindaki gelir ucurumu korkunc boyutlarda ve Pakistan’in elitlerine ve buraya gelen yabancilara hizmet eden bu otelde konaklama ciddi olarak pahali ama acik bufe Pakistan ziyafetinin faturasi adam basi 10 dolarin altinda tutuyor. Her ne kadar bu rakam bile lokal halk icin cok yuksek olsa da bizim gibi ziyaretciler icin motoru bozmadan beslenmenin en guzel ve uygun yollarindan biri oldu.

Ertesi gun Ingilizce bilen bir taksi soforu ile pazarlik yapip sehri gormeye ciktik. Iki mimar olarak ikimizin kafasinda da Faysal Camii’ni gormek vardi. Bu yapi icin acilan mimari tasarim yarismasini kazanan bir Turk mimardi; Vedat Dalokay, ve kazanan tasarim, aslen su anda Kocatepe, Ankara‘da bulunan Osmanli taklidi camii’nin yerine dusunulmus tasarimdi. Vedat Dalokay, vaktiyle Ankara valiligi yapmis, ve Kocatepe’de cami icin ayrilan yere bu mukemmel tasarimini sunmustu. Proje ilk once kabul edilmis ve temelleri bile dokulmustu, fakat daha sonra turlu siyasi sebepler ve entrikalar sonucu temeller dinamit koyularak patlatilmis ve yerine su anki yapi insa edilmisti. Bunun uzerine Vedat Bey, tasarimini Islamabad icin dusunulen anitsal camii yarismasina sokmus ve kazanmisti. Dini bir yapi olmanin otesinde ciddi bir sosyal merkez karakteri tasiyan bu anitsal yapiyi Pakistan halki resmen milli sembolleri olarak secmis ve benimsemisti. Iki Turk mimari olarak bu denli basarili bir modern mimari ornegini kaptirmanin huznu ile beyaz mermerli avlular, inanilmaz isik zenginligindeki mekanlar arasinda uzun sure dolastik. 1986 yilinda tamamlanan bu bina resmen tarihi eser muamelesi goruyordu.

Faysal Camii’nden sonra yakinlardaki Margalla Tepeleri Milli Parkina girip, tepelerin uzerinde guzel bir park ve restorandan olusan Daman-e Koh adindaki seyir teraslarina ciktik. Bu teraslardan tum Islamabad ve yakinindaki Rawal golu gorulebiliyor. Sehir aslinda iki parcadan olusuyor; Islamabad ve Rawalpindi. Islamabad kisminda parlemento binasi, basbakanlik ve bazi bakanliklar, danistay, yargitay gibi yuksek devlet daireleri Ataturk Bulvari cevresinde toplanmis, yakinlarinda sehrin elit alisveris ve elektronik merkezi “Blue Area” var. Rawalpindi denilen kisimda ise havaalani ve bizim kaldigimiz otelin yani sira Saddar denilen carsi bolgesi ve sehrin geri kalani var. Iki kismi bizim gibi turistler icin birbirinden ayirmak mumkun degil, iciceler. Burada biraz soluklanip mangolu dondurmamizi yedikten sonra bir kac carsi ve muze gezdik ve sicaktan tukenmis bir sekilde otelimize donduk. Ertesi gun ucusumuz vardi ve santiyede bizi bekleyen isler kafalarimizi mesgul ediyordu.

Ucus gunumuzde dis hatlar terminalinde bizimle beraber Islamabad’dan Kabil’e giden ucagi bekleyen yabancilarla birlikte televizyonda Kabil ile ilgili haberleri gorduk. Ortalik fena halde karsimisti. Hatta goruntulerden birinde benim calistigim malum mekan onunde Afganlar arac, nobetci kulubesi vs. devirmis bir guzel de atese vermislerdi. Telefon gorusmelerimizden santiye ekibimizin saglam oldugunu, bina iclerinde saklandiklarini ve disardan silah sesleri geldigini ogrendik. Yani ucagimiz bizi tam senligin ortasina goturecekti. Havalandiktan 40 dakika kadar sonra pilotumuz belirsiz bir sebepten Islamabad havaalanina geri donecegimizi soylediginde aklimiza ilk gelen sey dogru cikti ve ucak geri donup parkettikten sonra pilot yaptigi aciklamada guvenlik sebebi ile Kabil havaalaninin suresiz olarak kapatildigini duyurdu.


devam edecek...