26.6.07

Evleniyoruz!

Merhaba,

2003 yilinin ekim ayinda, TAKOZ'umuzun reklam meseleleri pesinden Kanyon Kudret'e yaptigim bilmem kacinci bir ziyaretti. Adamla dergiydi reklamdi pazarlik pesindeyken, bir kolu alcida sirin bir kiz girdi iceri, tirmanmayi cok seviyordu ancak kolunu kirmisti, yine de bu onun yasam enerjisini hic eksiltmemise benziyordu. Yuzunden gulucukler saciyor ve sizi adeta etkisi altina aliyordu.

Ayni yilin Aralik ayinda Atolye'nin kisa kaya yarismasina Ankara'dan cumbur cemaat bir kitle gelmisti, tesaduf eseri Ugur ve Kursad ile birlikte ben de finale kalmistim. Final turunda dersimi alip yukari ciktigimda yine o ayni sicak gulumsemeyi gordum salondaki yuzler arasinda. Yanastim, konustuk. 1 hafta sonra birlikte tiyatroya gittik.

Sirnak'a askere giderken de, ekmek parasi pesinden Afgan ellerinde gencligimin 1,5 yilini bozdururken de hep yanimdaydi, kalbimdeydi, aklimdaydi.

Insallah hayatimizin geri kalaninda da acisi ve tatlisi ile birlikte yuruyecegiz.

Benzerini siradakiler ve muzmin bekarlar icin diliyorum.

Selamlar, sevgiler,

Mustafa Kerem Topuz

13.7.06

Kitab-ı Alpin - Tamamı Türkçe Neşriyat

Bu kez "Devr-i Ağrı" 'dan önceki bir yazım var.


Sanırım bu birşeyler anlatmak için yazdığım ilk yazı idi. Üniversitemin dağcılık klubünde oldukca aktif günler geçiriyordum, eğitimler verip eğitimler alıyordum ve en güzeli de vaktimin önemli bir kısmını dağda geçiriyordum. E-posta listesinde başlayan bir soru/tartışma üzerine aşağıdakileri, 2 ayrı seferde yazmıştım.

Yazı eminim ki konuyla ilgisiz olan arkadaşlara biraz garip gelecektir.


Tüm olaylar, kişiler, bilgiler ve yerler gerçektir.


1. Kısım: Malzeme Külliyatı

Alpin alemlerin Piri merhum Alex Lowe Hazretleri'nin kardeşi, zamanın ünlü müderrislerinden nam-ı değer Alemdar Jeff Lowe talebelerinden, Mark Twight Efendi'den yapılan bir rivayete göre, merkezi Amerika kıtasının orta yerlerinde bir yerde bulunan malum firmanın mamulü goretex isimli atlas-i şahane, aslen pek ise yarar bir mucize olsa da rakipsiz değilmiş, netekim piyasa da bir dolu benzeri varmış. Lakin evirgen alpinistlerin bu hususta dikkat göstermesi gereken nokta ne kadar su geçirmez, o kadar az solur imiş. Mamafih amacımız teşkilat-i Ordos 'dan Cem Baytok Efendi'nin de dediği gibi, malum kılıkla duş almak değilmiş.

Yine Mark Twight Efendi'den yapılan bir diğer rivayet ise, alemdeki türlü atlas üreticilerinin tüketimi pompalamak ve de satışları arttırabilmek için çevirdikleri bir diğer numara, adı belli katmanlama, Frenkçe "layering", modeli giyinmek imiş. İddia sahibine göre, istasyonda üşüyecem diye soyunup altına birşeyler giyip üstüne geri giyinmek gayet alpin prensiplere aykırı imiş. Netekim alpin bir kişi an olur elli derece buzda koşar, an olur istasyonda iki saat titrermiş. E bu durumda zırt pırt durup giyinip soyunmak, ancak acem dansözlerine uyarmış. Malum şahsın bu konudaki önerisi ise kendini alpin adleden kişinin sabit bir "hareket kılığı" , Frenkçe "action suit", bellemesi, bu kılık içerisinde hem az kalınlıkla mümkün olan en üst dereceden hareket melekesine haiz olması, buna mutabık istasyonlarda ve ya üşüme durumlarında, yine ufak alpin çantasının diplerinde gizlediği Frenk petrol simyacılarının mucizesi sentetik dolgulu ceket ve de pantolu bir solukta üstüne geçirivermesi imiş. Bu cism-i konforlar her ne kadar ortamı saran elementlerden kötü yönde etkilense de, sentetik yapıları dolayısı ile sıcak tutma yeteneklerini kaybetmiyor, aksam ıslak bile olsa tulum içinde giyildiklerinde, sahiplerini sıcak tutma görevlerini yerine getiriyorlarmış. Üstelik fazladan yalıtım ile tulumun içine girdiğinizden, taşıdığınız tulum basit ve de hafif olsa da yetiyor imiş.

İş bu neşriyatın tamamı Mark Twight Efendi'nin Frenk yayıncısı ve tabiat cemiyeti "The Mountaineers" nezdinde bastırdığı "extreme alpinism" isimli eserde mevcuttur. Dileyenler bu eseri mühandishanemiz kitaplığından temin edilebilir. Binaenaleyh mühim olan alpinistin kendi hissi kablel vukusu ile hareket etmesidir. Netekim sadece okumakla adam olunduğu henüz görülmemiştir.

2. Kısım: Beslenme Külliyatı

Tedbiri kuldan takdiri Hak'tan, bundan sekiz-on sene evvel, hicri 1412 yılı Recep ayının yirmi sekizinde, Frenk alpinistlerinden bir şahıs, namı yedi cihanda duyulmuş makh-el-u (makalu), isimli tepeleri karla kaplı, yalçın kayalarla çevrili bir harika-ül tabiatın tepesine yalın olarak ulaşmış, ulaşmış ulaşmasına fakat garip olan bu deli-ur rahim'in çantasında yemek olarak taşıdığı, böyle ince uzun, yeşil kutusunun üstünde pala bıyıkları suratından tasan yuvarlak yüzlü bir Frenk beyefendisinin resmedildiği, Frenkçe ismi "pringles" olan bir çeşit patates çıtırdağı varmış. Yine Kazasker Chris Bonnington'dan aynen aktarılır ki devrin İngiliz alpinistlerinin en bayıldığı yemek "kendal" marka ufak ufak paketlenmiş keklermiş.

Efendim, önceki bahsimizde belirttiğimiz üzre alpin alemlerin Piri merhum Alex Lowe Hazretlerinin kardeşi, zamanın ünlü müderrislerinden nam-ı değer Alemdar Jeff Lowe talebelerinden, Mark Twight Efendi'den yapılan bir rivayete göre, bünye, zorlama esnasında alınan katı besinlerden faide görememekte, netekim aksine mideye hücum eden kan dolayısı ile güçten ta'akatten kesilmekte imiş. İlaveten dikkat edilmesi gereken bir diğer husus ise işkembedeki şeker yoğunluğunun yüzde sekizi geçmemesi imiş. Aksi halde hem sıvı emilimi sekteye uğrayacak, hem de mide yine kan hücumuna maruz kalacakmış. E malum alpinist kişinin her daim güçlü kuvvetli ve de uyanık olması gerektiği düşünülürse, böyle bir durumda, kendisini telef olmaktan kurtarmak için alması gereken saatte yaklaşık 200 kilokaloriyi, ki yine ayni şahıstan aktarıldığına göre bu miktar harcadığının ancak iki bölu beşidir, nasıl temin etmelidir?

Yine Frenk alpinistlerinden aynen aktarılır ki, gavurlar öyle bir madde geliştirmişler ve bunu öyle minnacık bir tüpe doldurmuşlar ki, alpin kişi bunlardan yanına yirmi tane alır, acıkınca birazını emip, üstüne bir iki damla su içti mi, gerek karbonhidrat olsun, gerek aminoasit zinciri olsun külli besin-ut tabiatı bir hamlede götürürmüş. Cümle vitamini, minerali, antioksidanı da cabası. Lakin memleketimiz alpinistlerin bahsi konu mucize-i fen'i bulması mümkün değildir, binaenaleyh bulsa bile, üzerinde şöyle güzel bir kaftanı bile yokken, sahip olduğu mevduatla bunlardan yirmi taneyi çantasına doldurması, apaçık divaneliktir.

İş bu konu hoş bir tartışma konusudur. Söz sahibinin bu konuda bir-iki fikri olsa da kendisi bu pazar gününü pazartesiye bağlayan gece, yatsı namazını müteakip Çukurova treni ile bu fikirlerini yerinde tatbike gitmektedir. Takdir-i Hak, tek parça geri gelirse bunları sizlerle paylaşmaktan memnun kalacaktır. Bu arada kendisi, medrese-i aritmetikte kulluk borcunu ifa eden Koray Oğlanın dediği üzre halen issizdir.


Kasım'00, Ankara

7.7.06

Devr-i Ağrı Tefrikası


2001 yazında ORDOS 'tan bir grup arkadaşım ile beraber yaptıgımız Ağrı tırmanışından sonra aşağıdaki yazıyı yazmıştım. Bu yazı ve bundan 5-6 ay önce yazdığım ve önümüzdeki hafta yayınlamayı düşündüğüm diğer bir yazımı üyesi olduğum haberleşme listelerine göndermiştim. İlk önce "1. Kısım" 'ı yazmış, gelen olumlu tepkilerin cesareti ile daha sonra "2. Kısım" 'ı kaleme almıştım.


Başkalarının okuyacağını düşünerek yazdığım ilk yazılar olduğu için zihnimde özel bir yerleri var ve zaman zaman dönüp tekrar okumaktan hoşlanıyorum. Umarım sizin de hoşunuza gider. Dağcılık/tırmanış konularına uzak arkadaşlar biraz yabancılık çekebilir.


Bu ikisinden sonra da sırada eğer bulabilirsem Türkiye'nin İlk Teknik Tırmanış Dergisi TAKOZ 'da yayınlanan bir kaç yazım var.


Tüm isim ve olaylar gerçektir.


1. Kısım

Rivayet 13 Zilcacce 1642, bir grup derviş, adına Ağrı derler, başı dumanlı bir mefhum dağı bi tarafından girip öbür tarafından aşmış. İş bu onun hikayesidir.

Ankara garı hareket memurlarından, vaktiyle efkavda memuriyet yapıp dirsek çürütmüş, fakat hayırsız evladı yüzünden gün görmemiş Hayri Efendi oğlu Murtaza Bayazit'tan aynen nakledilir ki, eşyaları dağlar kadar çok, sinir kaçakçıları gibi çuval çuval mal taşıyan bu derviş-i alem grubu, içlerinden adına Kerem derler bir deli oğlan yüzünden az kaldı trene binemeyip, bu devr-i arz turlarını az kaldı şehirde noktalıyormuş. Bu fukara, ekmek parası derdine düşmüş, tren saatine 1 saat kalaya kadar çalışmakta imiş, trene zar zor, babası Mehmet Efendi sayesinde yetişmiş. Yetişmiş yetişmesine ama bir diğer şaşkın oğlan, namı Teres Murat, sallana sallana gelirken tren denen canavar-i zaman’ın ancak uzak çuf çuflarını duyabilmiş. Kendisi şaşkın, biçare orada uğurlama vazifesi ifa eden teşkilat-i Ordos mensuplarınca avutulup otobüsle önden yollanmış.

Sark ekspresi yemek arabası görevlilerinden Halit beyden aynen aktarılır ki, bu şaşkınlar, 27 saatlik tren yolculuğu boyunca kah uyumuş, kah gurultu etmiş, bol bol çorba tüketmiş, arada bir de etraftakilerin şaşkın bakışları arasında zar atıp barbut benzeri, lakin zarları rengarenk seker gibi olan bir oyun icra etmiş. Bu gurultucu grup durup durup yanında getirdiği börektir, kektir, pastadır çıkarıp yemekteymiş. Yine böyle bir anda şef garson Mahmut'tan rivayet, bi tanesi cebinden bir tepsi cevizli baklava çıkarmış, adına Nevzat Pasa derler bir zat-i muhteremdendir diye açıklama yapmış, oracıkta yumulmuş keratalar. Sonra da bi gırgır, bi şamata kendilerini Kars'ta buluvermişler.

Efendim, sark ekspresinin 100 yıllık bu nihayet noktasında, bu deli takımı bir nizam intizam içinde trenden hem kendilerini hem de çuvallarını dışarı atıvermiş. Oracıkta beklemekte olan, meşhur beygir partisi azaları ile bir iki şehir önde geleni karşılamış kendilerini. Alıp bu herifleri ve namahremleri bir kutu odacığa yerleştirmişler. Bu dört duvar mekanda, yorgunluk ve hazırlanma telası arasında, Teres Murat’ın koridorlarda donla dolaşması vakası dışında pek mühim bi olay yaşanmamış.

Sarıkamış eşrafından şoförler kıraathanesi müdavimlerinden Mevlüt Efendi, iste burada giriyor tefrikamıza. Bu adamcağız, deliler alayını toplayıp adına Iğdir derler, Ağrı dağı kıyısında şirin bir vilayetimize götürmüş, güzel güzel karınlarını doyurmuş, bir otele eşyalarını bırakıvermiş ve alıp goturup dağın bi kıyısına atıvermiş.

Esas macera burada başlıyor, lakin olayın bundan sonraki 5 günlük bölümünü kendilerinden başka ne duyan var ne gören.

Mamafih, Mevlüt Efendi kıraathanede bayram sabahı oturup, pişbirik oynar, çayını yudumlarken, telefonu uzaylı istilası senfonisi melodileri saçarak çalıvermiş. Arayan bizim takım, gel bizi Eli köyünden al diyorlarmış. Mevlüt Efendi buna ne kendini ne de kahvedekileri inandırabilmiş fakat yine da arabasına atlayıp bu garibanları almaya gitmiş.

Efendim tefrikamızın ilk bolumu bu heyecanlı yerde nihayete eriyor. Lakin aksi halde Kerem oğlan eve bu ay ekmek götüremeyecek.

Gelecek bölümde, "Namahrem-ül irtifa" mensupları Iğdır vilayet reisi Tamer'in eline ne verdi?

Tellak Resul Çavuş, nam-i değer Ayı Resul hamamda neler gördü?

Ermeni asker Malofyan komutanlarına sinirin Ani bölgesindeki hareketler için ne dedi?

Kars eşrafından Zavotlar ailesi mensubu Mehmet Usta, vilayetin yıllık bal, peynir tüketimi hakkında ne

açıklama yaptı?

Sark ekspresini dönüş yolculuğunda rakı stoklarına ne oldu?

Bekleyiniz efendim, sakin olunuz, klavyeyi kırmayınız.

2. Kısım

Buyurun efendim, siz istediniz, kulunuz yazdı. Lakin, bu tefrika yazmakla bitecek gibi değil.

Sarıkamış eşrafından şoförler kıraathanesi müdavimlerinden Mevlüt efendinin emektar otobüsü, Iğdır ovasında tıngır mıngır, geri döner iken, ıssızlığın ortasına bir başına bırakılmış kahramanlarımız, afedersiniz, derviş-ül garabetlerimiz, en kaliteli atlastan biçilmiş en güzel çuhalarını giyip (bkz. önceki neşriyat; alpin külliyat: malzeme), çuvallarını sırtlarına atıp, deyneklerini de ellerine almışlar, ağır aksak yola koyulmuşlar. Karıncaları imrendirecek tertip ve titizlikte tek sıra her adımda, bin bir hu ve zikirle ilerlerken, adına Java Hakan derler bir deli, elinde kısa boylu ve çekik gözlü Japon milletinin harika-i zaman icatlarından, ismine kamera derler bir oyuncağı ile önden önden koşup, bizim dervişleri bir o planda bir bu plandan filme alıyor, bir yandan da bütün azameti ile üstlerine çöreklenen Ağrı dağı siluetinde kendilerine geçit verecek bir yol arıyor imiş. Arıyor imiş fakat bu arayışında yalnız değilmiş, vaktiyle teşkilat-i Ordos reis-i cumhurluğu yapmış, orası burası metal takviyelerle güçlendirilmiş, yaptığı kısa menzilli uçuşlar ile cemaate nam salmış, Hothot Serhan Efendi ile, Ağrı yolunu su yolu etmiş, bazen geçerken bi koşu buraya çıkıp inen, vaktiyle can sıkıntısından yukarı bi etrafa bakmaya çıkan Bulvar Seyhan Pasa ona yardim ediyor imiş.

Netekim çok geçmeden, bizim garibanlar düzlük bir alanda çuvallarını sırtlarından atmışlar. Kafalarını sokacak bezleri, sopalarla gerdikten sonra, altına girip o makarna senin, bu bulgur benim yemeye başlamışlar. Sonrada kafaları koyup uyumuşlar. Tam uykularının en yumuşak yerinde hayallerindeki dilberler, yağız delikanlılar ve kaymaklı şöbiyetlerle mutlu mesut kovalamaca oynarlarken, dışarıdan gelen araç sesleri, basta grubumuza İzmir bölgesinden iştirak eden, Frenk hikayesi 80 günde devri alem misali şirin ülkemiz topraklarını derviş eteği öpmek uğruna bir uçtan bir uca kat eden, yolculuğu nihayetinde burada bizimle bulunan, ülkemiz dingil sanayi önde gelenlerinden, tefrikamızda bahsi konu maceranın ana destekçisi saygıdeğer Ege Endüstri zat-i alilerinden, Peştamal Ayhan Çavuş olmak üzere cümle adam ve namahremleri ayağa dikivermiş. Sabırla bir "la havle" çeken cemaat sabahı zor etmiş.

Günün müjdeci ışıkları cemaatimiz üstüne geç vurup erken terk eylediğinden midir, yoksa etkinliğimiz hareket müdürü Hothot Serhan Efendi karanlıktan korktuğundan midir bilinmez, harekete geç başlayıp erken bitiren halk-i zamanımız, kah gülerek, kah söylenerek, kah da "hakk-i semi-i halk eden, bestamiyem billahi ben" dizelerinin sevki ile yürümüş ve o aksam, garbin afakini saran kızıllığa iç geçirerek tekrar dinlenme pozisyonu almışlar. Gecen bu kısa fakat gönüllerde bir asır değerinde gün içinde Teres Murat Oğlan ile Künefe Argün Velet'in bi kaç sözlü vukuatı dışında tefrikamızda bahsedecek pek bir olay olmamış, bu olaylar ise kalem sahibi tarafından tam olarak hatırlanamamıştır.

O gece de yahşi bir uyku çekip, sabah kalın bağırsak iç basınçlarındaki artış ile uyanan cemaat, sağlıklı ve zinde bir vücudun doğal fonksiyonu olan boşaltım işlemini üşengeçlikten çadır aralarında giderince, müstemleke sakinlerinden Ekabir Serkan Celebi, çadırını toplar iken kehren sek sek oynamış, buna mutabık Kerem oğlanın dirayetsizliğiyle beraber, Amerika illerinden ithal en pahalı model çadır sopaları kut diye kırılıverip, etkinliğin geri kalanında basları üstündeki kubbenin acem rakkasları misali bir o yana bir bu yana salınmasına neden olmuştur.

Velhasıl o kamp senin bu kamp benim, ilerleyen akıncılarımız, Ağrı denen ulunun tepe başına gelmeden evvel, 2300 fersah (4000 metro) dolaylarında nihai bir kamp kurmuş, bu kampta Hothot Serhan Efendi, çadırları tek tek dolaşmış, uluyu toptan asmak için, dervişlerde eksilen yakıtı ikmal etmiş (pompa). Ertesi gün kuşluk vaktine müteakip, cümle kamp yükü ile yola koyulan adam ve namahremler, bütün bu mücadeleyi arkalarında bırakıp zirve denen top sahasına ulaşmış. "Namahrem-ül irtifa" mensupları ve dostları burada pek hisli anları paylaşmış, göz pınarlarından süzülen bir-iki damla ab-i saadete mani olamamıştır.

Tefrikamızın bu kısmı kalem sahibinin kafasının irtifadan kelli ayyaş olmasından, ulunun eteklerinde Sarıkamış eşrafından şoförler kıraathanesi müdavimlerinden Mevlüt efendinin emektar otobüsü ile buluşulmasına dek pek bulanıktır. Tefrikamızın vilayette gecen kısmı ise tamamen ayrı bir hikayedir.

Subat 01, Ankara

13.6.06

CIVE PAKISTAN - 2


gecen haftadan devam...

Caresiz ucaktan indik ve havaalanindan uzaklasirken ufak bir plan yaptik. Paralar suyunu cekmisti, finansal destege ihtiyacimiz vardi. Bir sonraki ucak 2 gun sonra idi ve benim o iki gunu yabanci bir ulkede otelde bos bos yatarak gecirmeye hic de niyetim yoktu. Pesaver baglantimiz Saud ve Kabil ile yapilan bir kac telefon gorusmesi sonrasi herseyi ayarladik. Yaklasik 2 saat sonra Islamabad’in o en luks otelinde, daha once hic gormedigim ve tanimadigim 2 adet entarili ve mintanli Pakistanli arkadas, lobideki insanlarin bakislari arasinda, 10 ve 20 dolarlik banknotlardan olusan ve bu memleketteki normal insanlar icin cok yuklu bir miktar olan 1000 dolarlik bir desteyi elime tutusturdu. Bu batili genc kimdi, bu adamlar neyin nesiydi ve bu parayi neden veriyorlardi; parayi cebime sokup kendime bir kahve ismarlarken uzerimde merakli gozlerin agirligi vardi. Kendimi ikinci dunya savasi sirasinda Ingiliz kolonilerinde gecen bir casusluk romaninin kahramani gibi hissediyordum.

O gece telefonumun ve dijital kameranin pillerini sarj ettim, ertesi sabah kalan tum esyalarimi Oguz Abi’ye teslim ettim ve yanima dis fircami bile almadan, cebimde pasaportum, telefonum, biraz para, gunes gozluklerim ve dijital kameram ile Lahor’a giden ilk otobuse kendimi attim.

Insan bilmedigi seyden korkar, bu korku onun dogal savunma mekanizmalarindan biridir. Korkar cunku risk vardir, deger verdigi birilerini ya da birseylerini kaybetme riski. Fakat hic risk almayan insan hayatini bir bitki gibi surdurur. Gunluk hayatlarimizda hepimiz cesitli derecelerde riskler aliyoruz, sabah trafige cikmamiz, is yerinde verdigimiz kararlar, hep farkli duzeylerden, cesitli degiskenleri kontrol edilebilir risklerdir. Bilmedigim bir yerde, bilmedigim bir sehre, ustelik hic de hazir olmadan ve dogru duzgun bir plan yapmadan gitmeyi goze alarak belli bir derecede riske girdim belki, ancak kaybedecegim en buyuk sey zaman ve ya biraz para idi. O an icin ikisini de gozden cikarabiliyordum, ayrica icimde plansiz programsiz birseyler yapma heyacani ve istegi vardi. Benim gibi duzen ve program hastasi ruhlar icin boyle bir istegin bulununca degerlendirilmesi gerektigi malumdur.

Daewoo otobus isletmesine ait klimali otobusumde oldukca guzel bir otobandan doguya, Lahor’a dogru giderken Ingilizce yayinlanan Pakistan’in “The Nation” gazetesinde, otobus firmamin da sahibi olan Guney Kore’nin dev holding’i Daewoo’nun patronu Kim Wong Choo’nun sahtekarliktan dolayi 10 yil hapse mahkum oldugunu okudum. Sanirim gittigimiz yerin gercekten Lahor olup olmadigini kontrol etmem gerekecekti.

Lahor’a inince ilk dusundugum donus biletini ayarlamakti, ancak onceden bilet satmadiklarini anlayinca rezervasyon yaptirdim, otobus tarifesini de yanima aldim. Simdi ilk is olarak kendime kalacak yer bulmam gerekiyordu. Taksi duragina yanasmak iyi bir fikir degildi, onlarca taksici adeta uzerime atlayacakti. Pesime takilan taksicilere hayir diyerek pazarlik yapabilecegim tek bir taksi bulmak umudu ile biraz yolda yurudum, ancak inanilmaz sicakta bu pek akil kari bir is degildi, ve ortalikta baska taksi de yoktu. Mecburen donup kendimi taksi duragina attim, aninda ortalik ana baba gunu oldu. Bi kac soru sordum ve verdigi mantikli gorunen cevaplardan Ingilizce bildigini tahmin ettigim birinin taksisine bindim. Adamin kafasina gore “ok”, “yes”, “no” dedigini, ezberledigi cumleleri saydirdidigini ve o gun sansli gununde oldugunu anlamam uzun surmedi.

Islamabad’daki konaklama modelimize uymayi planlamistim, yemekleri guzel ama yataklari pahali otelin yakininda ucuz bir yer bulup geceyi orada gecirecektim. Ama bu guzide otelin Lahor subesinin yakininda baska hic bir otel olmadigini gorunce mecburen taksi soforumuz yoldan cevirdigi insanlara uygun bir yer sormaya basladi. Pek hayirli bir durum degildi dogrusu. Sehre girerken ne kadar cok universite kampusu oldugunu farketmistim, gercekten de yolda gordugumuz insanlarin arasinda cok sayida genc ve salvar-mintan haricinde pantalon, gomlek, tisort giyen insan vardi. Soforun konusmaya calistigi bir gence direk “Ingilizce biliyor musunuz?” diye atladim ve dort ayak uzerine dustum. Cocuk Ingiliz Dili ve Edebiyati okuyordu ve bir iki cumleden sonra direk taksiye binip olayi tamamen kendi uzerine aldi. Dunya kupasi ve Hasan Sas muhabbetine muteakip, beni 4-5 otel gezdirip pazarlik yapti, odama kadar cikip klimanin calisip calismadigini bile kontrol etti, ve sehrin ortasindan gecen, Hindistan’dan gelen ve tum Lahor sakinlerinin icine girip serinledigi, Pazar gunleri kiyisinda ayakta duracak yer bulunmadigini daha sonra ogrenecegim camurlu suyu getiren kanal yakinlarinda bes-alti odali, nispeten temiz bir misafirhane’ye yerlestirdi. Daha ne isteyebilirdim?

Aksam yemegi olarak biseyler ismarladim, ancak daha onceki deneyimlerimizden birinde oldugu gibi yine yemegi tencere ile getirdiler ve beste birini ancak yiyebildim. Daha onceki olayda Oguz Abi ile ikiser parca yemek ismarlamistik ve her biri en az uc kisilik porsiyonlarla gelmisti, toplam on iki insan evladini doyuracak yemeklerin ucundan utanarak tirtikladiktan sonra cope gondermek dogrusu icimizi ciddi bir sekilde burkmustu.

Ertesi gun resepsiyondaki arkadasa bir taksi cagirtip bu kez daha derinlemesine konusarak Ingilizce bildiginden emin olduktan sonra eline onceki gunlerde oradan buradan bir araya getirdigim “Lahor’da gorulecek yerler” listesini tutusturdum ve pazarliga giristim. Adamin ilk soyledigi fiyatin yarisina anlastik, ve yola koyulduk. Lahor Muzesi’ni, Badshahi Camii’ni, Shalimar Bahceleri’ni, Chaburgi Kapisi’ni, Sehidler Kalesi’ni arada bir tek, ne yazik ki, McDonald’s da durup ikmal yaparak gezdik. Artik icine avuc avuc baharat atilmis yagli yemeklerden fenalik gelmisti ve o an icin rezil Amerikan hamburgeri bile daha mantikli gorunuyordu.

Bu arada anlatmadan gecemeyecegim, 350 yillik Badshahi Camii, bizim bildigimiz kapali ibadet mekani anlayisindan biraz farkli bir yapi, bu yuzden bi sure “ee bu binaya nerden giriliyo?” diye salak salak bakindim. Yaklasik 200 metreye 150 metrelik bir avlunun bir tarafinda kemerli ve yuksek bir kapi, diger tarafinda birbirlerine arabesk kemerli gecislerle baglanmis sogan kubbeli eyvanlar var. Avlu, cepecevre yine kemerli gecislerle bezenmis kapali bir koridor seklinde birlesiyor ve duvarlarda yakinlardaki bir nehir yatagina bakan acikliklar var. Hala yerinde mi bilemiyorum, vaktiyle Ankara Altinpark’da bir Feza Gursey Bilim Merkezi vardi. Oradaki turlu bilimsel oyuncak arasinda akustik ile ilgili olan bir tanesi oldukca ilgincti, salonun bir kosesinde uydu canagina benzer bir yapinin icine fisildayan bir arkadasinizin sesini koca mekanin diger ucunda, kalabaliginin ugultusu arasinda bir baska canaktan cok net olarak duyabiliyordunuz. Badshahi’de de o sogan kubbelerin altinda yasli bir adam yanima yanasti ve beni elimden tutup duvarin bir kosesine goturdu, kulagimi koseye dayamami isaret etti. Mekanin akustik ile ilgili bir hikayesi oldugunu daha onceden biraz bildigimden dedigini yaptim, kendisi ise kosarak kubbenin tam capraz diger kosesine gitti ve duvara dondu. Fisildayan sesini, fisildadigini dahi ayirt edebilecegim kadar net bir sekilde duyabiliyordum. Begendigimi gorunce beni bu sefer bir diger alcak kubbenin altina goturdu ve yere coktu, aynisini yapmami isaret etti. Camiinin yerlesimine gore burasinin muezzinin yeri olmasi gerektigini dusunuyordum ki, 60 yaslarindaki kisa boylu, ihtiyar amcanin sicaktan ve susuzluktan kurumus dudaklari arasindan bir “himmm” sesi cikardigini farkettim, ayni anda kubbenin ici kuvvetli bir ses sisteminin her yaniniza dagilmis hoparlorlerinden geliyormuscasina yuksek bir ses ile inlemeye basladi.

350 yil once bu akustik kaliteyi bu zengin mimari ile birlestiren insanlara saygi duydum, ve gercekte “medinilesme” ‘nin teknolojik gelismenin neresine dustugunu, dunya tarihinde kurulup yok olan uygarliklar ve geride bunun gibi sanat eserleri ve kilometre taslari birakarak gecmisin karanligina gomulen kulturlerin de acaba simdi bizim icinde bulundugumuz gibi bir sonsuza kadar varolma vizyonu hatasina dusup dusmediklerini merak ettim. Sicaktan kavrulan genis avluyu son bir kez gecerek disarda beni bekleyen taksime ulastim.

Beyaz mermer ve pembe-kirmizi tuglalarda yapilmis tarihi binalar ve yeni yapilarla dolu Lahor’un Pakistan’da gordugum diger sehirlerden farkli bir havasi mevcut. Muhtemelen bir kac saatlik mesafedeki Yeni Delhi’nin ve de Hindu, Budist ve Sikh kulturlerinin bunda etkisi var. Ilk bindigim taksinin soforu beni gavur bellemis olacak ki ilk ettigi laf “Ben Hristiyan’im” olmustu, tabii ben arkasinda “Biz de elhamdulillah muslumaniz” diyince konuyu daha fazla kurcalamadi, zaten dili de pek yeterli degildi hatirlarsaniz. Sehirde farkli kulturlerin varligini kanitlarcasina Sikh tapinaklari, kiliseler ve camiiler yanyana, fakat bu ic icelige ragmen bolgede Pakistan’in kurulmasindan bu yana sure gelen, ve hala cozulmemis olan, Kashmir sorunu ile de gun gectikce kroniklesen Hindu-Musluman cekismesinin bir kaniti olarak bir saldiri korkusu ile Muslumalarin Sikh tapinaklarina girmesine izin verilmiyor.

Bu kisa zaman diliminde gorebilecegim her yeri gordukten ve sicaktan iyice pelte haline geldikten sonra tekrar Daewoo’nun otobusune atlayarak Rawalpindi ye geri dondum. Yagmurlu bir karsilamadan sonra tekrar otelime yerlestim ve guzel bir dus sonrasi uykuya daldim. Bu kez ertesi gun kesin donuyorduk.

Ne yazik ki pek de oyle olmadi. Ucak Kabil’in uzerine kadar gelip hava muhalefeti bahanesi ile geri dondu. Bahtsiz bedevi misali bu kez ne yapacagimizi bilemiyorduk, resmen Pakistan’da mahsur kalmistik. Artik kisa vadede gorebilecegim ve yapabilecegim pek bir sey de kalmadigindan, iki gun sonraki ucagi otel odasinda pinekleyerek ve televizyon seyrederek bekledim.

Pakistanli kardeslerin, ilkgenclik yillarimda bizdeki televizyon kanallarinda da bolca olan ve “acaba gercek mi?” diyerek izledigimiz nam-i deger pankreas, Amerikan guresi sevdalarini da bu arada kesfetmis oldum. Bir cok kanalda mutemadi sekilde bu gosteriler/dovusler gosteriliyor ve daha sonra baskalari ile olan konusmalarimdan anladigim kadari ile bunlarin gercek olduguna ciddi bir sekilde inanmis vaziyetteler. Muhtemelen bu olay Hindistan’da da ciddi sekilde populer olmali ki ringlere cikan Hintli bir guresci bile var. Bir kanalda bitince digerinde basliyor ve Urdu dublajiyla spiker heyecanli bir sekilde birbirinin kafasinda gitar, masa, sandalye kiran ve ringlerin kenarlarindan yaylanip kosup kosup birbirinin uzerine atlayan garip ve komik kiyafetli, makyajli, bazisi gobekli, dovmeli, tasmali bi alay ilginc karakterin gosterisini anlatiyor.

Bir diger enteresan konu ise kriket denen acayip oyun. Iki gun izlememe ragmen, kim nereye atiyor, vurunca noluyor, tutunca noluyor, bu kadar adam neden o sahaya toplanmis, bu insanlar tribunlerde ne yapiyor anlayabilmis degilim. Izledigim atislarin neredeyse hepsine vurdu adamlar, yuz puana yakin skor farklari olustu, profesyonel sporcu bir alay adam bu sure icinde sahada gezindi, bir faaliyet gostermedi, ben olayi cozemedim. Ilk firsatta ogrenecem. Bence bu isi Ingilizler somurgeleri uyutmak amaciyla uydurmus ve eldeki malzemelerden, camasir tokaci, bir top ve bi kac direkten bu olayi uretmisler. Zaten dunya klasmanlarini da gordum, takimlarin alayi Ingiliz somurgesi ve ya kolonisi. Yine de saygi duyuyoruz, o ayri. Izledigim adi “gili gili gappa” olan garip yarisma programindan ise burada hic bahsetmiyorum.

Buyuk sehirlerinde gormedigim bir tek Karaci kaldi sanirim, o da benim donup durdugum mekanlara biraz uzak. Bizim gibi dag, tirmanis sevdalilari icin esas gezilecek yerler olan Islamabad’dan baslayip Himalayalar ve Karakoram iclerinden yukselerek Cin’e kadar uzanan meshur Karakoram Otobani icin ise ne yazik ki vakit yeterli degildi. Pakistan sekizbinliklerinin baslangic duragi Skardu, karayolu ile 20 saate yakin zahmetli bir yolculuk gerektiriyor, ucak bileti gidis gelis 120 dolar civari olmasina ragmen sadece haftada bir kez var, ve malumunuz uzre, ne yazik ki zamanim buna uygun degildi. O da baska sefere artik.

Ucuncu ve son kez havaalanina ulastigimizda artik bu uzatilmis gezinin bitmesini gercekten istiyorduk. Pakistan Havayollari’nin yetkilisi onaylanmis biletlerimize ekonomi sinifinda yer olmadigini ve bir iki saat beklersek kesin durumun belli olacagini soyleyince, tereddutsuz biletleri birinci sinifa cevirdik. Ucusta gazete servisi yapilmasi disinda yine ayni ton balikli puf boregi ve ketcapli keki yedik, dogrusu o paraya degecek bir fark goremedik ama onemli olan geri donebilmekti. Yolda karsilastigimiz alcak basinc bolgelerinin sagindan solunda dolasan pilotumuzun her anonsunda her an geri donme karari vereceginden korkarak simdiye kadar yaptigim en sarsintili ucak yolculugu ile Kabil’e ulastik.

Biraz uzun oldu sanirim ama Pakistan hikayelerim burada bitiyor. Beni taniyanlar her ne kadar geleneksel goruslu bir adam oldugumu ve bir an once evlenip bir yerlere yerlesmemi salik verseler de, ruhumun bir yerlerinde gezip gormek, dunyayi dolasmak icin gizli bir durtu var. Ozellikle farkli toplumlari ve kulturleri gormek, turistler icin kurulmus bir vitrindeki mankenlere bakmaktan cok insanlarin arasina karisabilmek, hayata ve olaylara bakis acilarini gozlemleyebilmek bana oldukca ilgi cekici geliyor. Gozlemledigimi yaziya dokmek ise ne yazik ki benim icin ancak ruzgar dogru yerden eserse mumkun olabiliyor. Sahsi kanaatimce, sadece bakmak degil, gorebilmek ve sadece yazmak degil anlatabilmek, eger basarabiliyor iseniz, deneyiminizi degerli kiliyor.

29 Mayis – 04 Haziran

Islamabad-Kabil

5.6.06

CIVE PAKISTAN*

*cocuklugumdan hatirliyorum, melodisi kulagimda hala, cive cive cive pakistaaaan...

Hersey mermer ile basladi.

Santiyede mermere ihtiyacimiz vardi, ancak Afganistan’da her yer dag tas olmasina ve mermer de bol miktarda bulunmasina ragmen istedigimiz kalitede ve standartta yoktu. Bu yuzden en uygun secenek komsumuz Pakistan’di.

Baglantimiz Pesaverdeydi. Kabil-Pesaver arasi her ne kadar karayolu ile 8 saat civari olsa, ve soylenenlere gore muthis manzarali daglik yollardan meshur Hayber Gecidi’nden gecerek Pakistan’a girse de guvenlik nedeni ile bu yolu secmek istemiyorduk. Bahar aylari ile birlikte Taliban hareketliligi artmis ve Pakistan sinirindan sizma ve catisma haberleri gelmeye baslamisti. Bunun alternatifi olarak Pakistan Havayollari’nin Islamabad ucagi ile ulkeye girip, tam ters yonde arac ile Kabil yolunda yer alan Pesaver’e gitmeyi tercih ettik. Her ne kadar Pakistan’i ve diger sehirlerini gormek icin oldukca hevesli olsam da, santiye’de bekleyen islerin yogunlugu programimizi mumkun oldugunca kisa tutmamiza neden oldu, tabii bunlari dusunurken ve bavulumu hazirlarken basima gelecekler hakkinda en ufak bir fikre bile sahip degildim.

Ucakta kalkistan once toplu halde dua ettiren ve amin dedirten hostes ablamizin her zamanki anonslari arasinda bir 38 derece lafi duydugumda yanlis anladigima gercekten inanmistim, taa ki ucagin kapisi Islamabad’da acilip Mayis ayi ortasinda olmamiza ragmen inanilmaz sicak ve nemli bir hava suratima carpana kadar. Insan denen varligin burnundan, yanaklarindan ve kulaginin arkasindan bile terleyebildigini hatirlamis olduk.

Yerel kiyafetleri olan salvar ve mintanlari ile heryerde olan insan kalabaligi arasindan gumruk ve vize kontrollerinden gectik, bizi almaya gelecegi konusunda sozlestigimiz ve daha once hic karsilasmadigimiz Tanver’i gormek umuduyla gozlerimiz kalabaligi tarayarak yavas yavas disari dogru hareket ettik. Fakat havaalani disindaki insan denizine ulastigimizda ne adimizi tasiyan bir tabela gormustuk, ne de taksi taksi diye pesimizde dolananlardan baska birisi ile konusmustuk. Buldugumuz bir telefoncudan adami arayip, trafige takildigini ve yolda oldugunu ogrendik. Yarim saat kadar bekledikten sonra bulusabildik ve Pesaver’e yola koyulduk, 5 dakika sonra ise yol kenarina cekmis kaldirim kenarinda oturuyorduk. Benzinimiz bitmisti. Harika bir Pakistan baslangici olmustu. Biz bu adamlara yuzlerce metrekare mermer siparis edecektik.

Sadece 2 saat surecegini soyluyorlardi yolun, tabelalarda da 175 km yaziyordu, yani asagi yukari hakli olmaliydilar, ama gelin gorun ki yol yaklasik 5 saat surdu. Nasil oldugunu sormayin bilmiyorum, makul ve mantikli bir hizda, bilgisayar oyunlarindaki gibi bir sagdan bir soldan yaya ve agir araclar arasindan slalom yaparak ilerliyorduk ama yol bir turlu bitmiyordu. Zaten trafik soldan akiyordu, her ne kadar Afganistan’daki araclarin da yarisi sagdan yarisi soldan direksiyonlu olsa da, soldan akan trafik bizim icin yolcu koltugundan bakarken oldukca rahatsiz ediciydi.

Yol bu kadar uzun surunce haliyle aciktik ve Pakistan yemekleri ile ilgili ilk deneyimimiz “Usmania” adindaki yerel restoran zincirinde oldu. Turk oldugumuzu ogrenen garsonlarin ve musterilerin sicak ilgileri altinda zencefilli tavuk ve turlu baharatli yiyecekler yedik. Tum bu gezimizin ana fikri asagi yukari olusmaya baslamisti; Pakistanli kardeslerimiz yemeklere avuc avuc baharat atmaya bayiliyorlar, herhangi bir yerde benzerini gorebileceginizi zannetmedigim kadar tehlikeli ve kotu araba kullaniyorlar ve ne yazik ki mikrop ve bakterileri barindiran nanokozmoz aleminden ve temizlikten bihaberler.

Bu ana fikirlere daha sonra ki gozlemlerim isiginda kendi dilleri olan Urdu’nun icine yuzlerce Ingilizce kelime sokmus olduklarini ve bunu gayet dogal kullandiklarini da ekleyecektim. Butun rakamlari ilginc bi sekilde kendi aralarinda bile Ingilizce kullaniyorlar, iki cumlede bir mutlaka birkac Ingilizce kelime geciyor ve yollarda sadece Urdu dilindeki tabelalardan cok sadece Ingilizce yazilmis tabelalar var. Eh, tabi bunun sebebinin onlarca yillik Ingiliz somurgesi oldugunu soylememe gerek yok sanirim, ama bizim bir tanecik yabanci kelime icin bile gosterdigimiz hassasiyeti dusununce, dili korumaya calismanin hic de bos bir caba olmadigini cok daha iyi anliyorum. Ote yandan, Urdu dilinde Turkce’de de kullandigimiz, cay saati, siddet, dusman, sihhat, taakat gibi bir cok kelimenin, muhtemelen ortak Farsca kokenlerden dolayi aynen kullanildigini farketmek de ilginc oldu. Eh, cay saati diyebiliyorsam o ulkede yasayabilirim demektir herhalde.

Pesaverdeki otelimizde gecirdigimiz ilk gecenin sonunda Oguz Abi’nin de benim de klimadan kaynakli ust solunum yollari enfeksiyonlarimiz harekete gecmisti. Kahvalti olarak verilen nohut yemegi ve icinde omurgasizlar familyasindan cok bacakli vatandaslarin gezindigi uzerine yumurta kirilmis baharat yiginindan kosarak uzaklasip Pesaver’in en kral oteline gitmek istedik, ev sahiplerimiz de bizi kirmadilar tabii, ne de olsa faturayi biz oduyorduk.

Boylece oldukca pahali bir otele gittik, fakat resepsiyondaki arkadas faturayi odeyemeyecegimizden suphelenmis olacak ki butun ucreti pesin istedi, kizip bozuldugumuzu belli ederek dolarlari onune koyunca, aksam odamiza alevli meyve sepetinden tutun da , turlu abur cubur’a kadar gondererek kendini affettirmek istedi. Fakat biz iskembeleri coktan gayet ustalikla yapildigi belli olan acik bufe Pakistan yemekleri ile doldurmus vaziyetteydik. Lezzetli olmalarina ragmen burada bile baharatlar yemegin kutlece yarisini olusturuyordu.

Ertesi gun islerimizi halledip, sozlesmemizi imzaladiktan sonra, Kabil’de beraber calistigimiz lokal gumrukleme firmasinin adamlarindan olan Saud bizi sehirde gezdirmeyi teklif etti, muhabbet arasinda arkadasinin hali toptancisi oldugunu ogrenince solugu onun yaninda aldik. Kabil’de defalarca o meshur Afgan halilarina bakmis ancak bize soylenen turist isi super yuksek fiyatlardan kacmistim, simdi oldukca makul fiyatlarla karsimda nefis el isi Afgan halilarini gorunce 4-5 parca hali aldim. Turkiye’ye yuklu fazla bagaj ucretleri bayilmadan nasil gonderecegim hakkinda henuz bir fikrim yok, zamanla gorecegiz, ama fiyatlarini dusununce acaba Turkiye’de hali ticareti isine mi girsem diye dusunmekteyim. Bazi arkadaslarin bildigi pembe filli anekdotumuz hikayemizin burasinda gerceklesti.

Pesaverdeki isimizi tamamen bitirince, ucusumuzu beklemek uzere Islamabad’a gectik ve bir otele yerlestik. Artik yanliz basimizaydik, sectigimiz otel Pesaver’deki bol yildizli otelimizin Islamabad subesine 2 dk lik yurume mesafesindeydi, ve kalan butun yemeklerimizi oradan yemeye karar verdik. Her “gelismekte olan ulke” gibi Pakistan’da da zengin ve fakir arasindaki gelir ucurumu korkunc boyutlarda ve Pakistan’in elitlerine ve buraya gelen yabancilara hizmet eden bu otelde konaklama ciddi olarak pahali ama acik bufe Pakistan ziyafetinin faturasi adam basi 10 dolarin altinda tutuyor. Her ne kadar bu rakam bile lokal halk icin cok yuksek olsa da bizim gibi ziyaretciler icin motoru bozmadan beslenmenin en guzel ve uygun yollarindan biri oldu.

Ertesi gun Ingilizce bilen bir taksi soforu ile pazarlik yapip sehri gormeye ciktik. Iki mimar olarak ikimizin kafasinda da Faysal Camii’ni gormek vardi. Bu yapi icin acilan mimari tasarim yarismasini kazanan bir Turk mimardi; Vedat Dalokay, ve kazanan tasarim, aslen su anda Kocatepe, Ankara‘da bulunan Osmanli taklidi camii’nin yerine dusunulmus tasarimdi. Vedat Dalokay, vaktiyle Ankara valiligi yapmis, ve Kocatepe’de cami icin ayrilan yere bu mukemmel tasarimini sunmustu. Proje ilk once kabul edilmis ve temelleri bile dokulmustu, fakat daha sonra turlu siyasi sebepler ve entrikalar sonucu temeller dinamit koyularak patlatilmis ve yerine su anki yapi insa edilmisti. Bunun uzerine Vedat Bey, tasarimini Islamabad icin dusunulen anitsal camii yarismasina sokmus ve kazanmisti. Dini bir yapi olmanin otesinde ciddi bir sosyal merkez karakteri tasiyan bu anitsal yapiyi Pakistan halki resmen milli sembolleri olarak secmis ve benimsemisti. Iki Turk mimari olarak bu denli basarili bir modern mimari ornegini kaptirmanin huznu ile beyaz mermerli avlular, inanilmaz isik zenginligindeki mekanlar arasinda uzun sure dolastik. 1986 yilinda tamamlanan bu bina resmen tarihi eser muamelesi goruyordu.

Faysal Camii’nden sonra yakinlardaki Margalla Tepeleri Milli Parkina girip, tepelerin uzerinde guzel bir park ve restorandan olusan Daman-e Koh adindaki seyir teraslarina ciktik. Bu teraslardan tum Islamabad ve yakinindaki Rawal golu gorulebiliyor. Sehir aslinda iki parcadan olusuyor; Islamabad ve Rawalpindi. Islamabad kisminda parlemento binasi, basbakanlik ve bazi bakanliklar, danistay, yargitay gibi yuksek devlet daireleri Ataturk Bulvari cevresinde toplanmis, yakinlarinda sehrin elit alisveris ve elektronik merkezi “Blue Area” var. Rawalpindi denilen kisimda ise havaalani ve bizim kaldigimiz otelin yani sira Saddar denilen carsi bolgesi ve sehrin geri kalani var. Iki kismi bizim gibi turistler icin birbirinden ayirmak mumkun degil, iciceler. Burada biraz soluklanip mangolu dondurmamizi yedikten sonra bir kac carsi ve muze gezdik ve sicaktan tukenmis bir sekilde otelimize donduk. Ertesi gun ucusumuz vardi ve santiyede bizi bekleyen isler kafalarimizi mesgul ediyordu.

Ucus gunumuzde dis hatlar terminalinde bizimle beraber Islamabad’dan Kabil’e giden ucagi bekleyen yabancilarla birlikte televizyonda Kabil ile ilgili haberleri gorduk. Ortalik fena halde karsimisti. Hatta goruntulerden birinde benim calistigim malum mekan onunde Afganlar arac, nobetci kulubesi vs. devirmis bir guzel de atese vermislerdi. Telefon gorusmelerimizden santiye ekibimizin saglam oldugunu, bina iclerinde saklandiklarini ve disardan silah sesleri geldigini ogrendik. Yani ucagimiz bizi tam senligin ortasina goturecekti. Havalandiktan 40 dakika kadar sonra pilotumuz belirsiz bir sebepten Islamabad havaalanina geri donecegimizi soylediginde aklimiza ilk gelen sey dogru cikti ve ucak geri donup parkettikten sonra pilot yaptigi aciklamada guvenlik sebebi ile Kabil havaalaninin suresiz olarak kapatildigini duyurdu.


devam edecek...

13.4.06

Ankaradaydim...

4 aylik geceli gunduzlu emegin hediyesi olarak, bu kez 10 gunlugune Turkiye'ye dondum.

Gariptir ama havaalanina indigim anda zihnimde yogun bir geri donme arzusu hareketlendi. Insanoglu'nun en kotu ve ayni zamanda en guzel ozelligi olan alismak bu kez bende Kabil'deki 2,5 metreye 3,5 metre odama karsi garip bir ozlem olarak zuhur buldu. Belki kendime kurdugum kucuk dunyamdan kopmaktan korkuyordum, belki de biraktigim hic bir seyi eskisi gibi bulamamaktan.

Dogrusu, artik birakilan hicbirseyin eskisi gibi kalmadigini ogrendim artik. Hayatin kendisi degisim ile ilgili ve yeni biseyler olabilmesi icin cogu zaman eskilerin bitmesi gerekiyor. Ama benim gibi gecmisine bakarak yasayan, gelecegi arkasindan sinsice gelen bir bilinmeyen olarak goren adamlar icin degisimi kabul etmek, her ne kadar eninde sonunda gerceklesse de, oldukca zor oluyor.

4 tekerin uzerinde 1500 kilometre dolastim. 2 yil sonra dagda bir gece gecirdim. Sevdicegimi gordum, hasret giderdim. 2,5 yasindaki ufacik yegenimi parka goturdum. Kadim dostlarla ormanda kostum. Ve tabii ki, her ne kadar beklendigi uzere eskisi tadi alamasam da Karakedi'ye gittim.

Ve simdi burada tekrar duvarlarimin arasindayim. Yanimda bir cuval Conan ve okumak icin sabirsizlandigim ve boynumu agritmayacagini bilsem yastigimin altinda saklayacagim kitaplar getirdim, bir de su anda dinledigim Karakedi.

Rahmetliler caliyor su anda, ben bi Conan daha patlatayim dur.

7.3.06

Gayrimevcudiyet Ibranamesi


Gunlerim saka gibi geciyor. Her sabah ayni gune uyandigimi hissetmeme engel olan ne yazik ki hicbirsey yok.

Kelimeler aklima dusmeyince, klavyemden de cikamiyor ne yazik ki.

Siz su resimle idare edin. :)