13.6.06

CIVE PAKISTAN - 2


gecen haftadan devam...

Caresiz ucaktan indik ve havaalanindan uzaklasirken ufak bir plan yaptik. Paralar suyunu cekmisti, finansal destege ihtiyacimiz vardi. Bir sonraki ucak 2 gun sonra idi ve benim o iki gunu yabanci bir ulkede otelde bos bos yatarak gecirmeye hic de niyetim yoktu. Pesaver baglantimiz Saud ve Kabil ile yapilan bir kac telefon gorusmesi sonrasi herseyi ayarladik. Yaklasik 2 saat sonra Islamabad’in o en luks otelinde, daha once hic gormedigim ve tanimadigim 2 adet entarili ve mintanli Pakistanli arkadas, lobideki insanlarin bakislari arasinda, 10 ve 20 dolarlik banknotlardan olusan ve bu memleketteki normal insanlar icin cok yuklu bir miktar olan 1000 dolarlik bir desteyi elime tutusturdu. Bu batili genc kimdi, bu adamlar neyin nesiydi ve bu parayi neden veriyorlardi; parayi cebime sokup kendime bir kahve ismarlarken uzerimde merakli gozlerin agirligi vardi. Kendimi ikinci dunya savasi sirasinda Ingiliz kolonilerinde gecen bir casusluk romaninin kahramani gibi hissediyordum.

O gece telefonumun ve dijital kameranin pillerini sarj ettim, ertesi sabah kalan tum esyalarimi Oguz Abi’ye teslim ettim ve yanima dis fircami bile almadan, cebimde pasaportum, telefonum, biraz para, gunes gozluklerim ve dijital kameram ile Lahor’a giden ilk otobuse kendimi attim.

Insan bilmedigi seyden korkar, bu korku onun dogal savunma mekanizmalarindan biridir. Korkar cunku risk vardir, deger verdigi birilerini ya da birseylerini kaybetme riski. Fakat hic risk almayan insan hayatini bir bitki gibi surdurur. Gunluk hayatlarimizda hepimiz cesitli derecelerde riskler aliyoruz, sabah trafige cikmamiz, is yerinde verdigimiz kararlar, hep farkli duzeylerden, cesitli degiskenleri kontrol edilebilir risklerdir. Bilmedigim bir yerde, bilmedigim bir sehre, ustelik hic de hazir olmadan ve dogru duzgun bir plan yapmadan gitmeyi goze alarak belli bir derecede riske girdim belki, ancak kaybedecegim en buyuk sey zaman ve ya biraz para idi. O an icin ikisini de gozden cikarabiliyordum, ayrica icimde plansiz programsiz birseyler yapma heyacani ve istegi vardi. Benim gibi duzen ve program hastasi ruhlar icin boyle bir istegin bulununca degerlendirilmesi gerektigi malumdur.

Daewoo otobus isletmesine ait klimali otobusumde oldukca guzel bir otobandan doguya, Lahor’a dogru giderken Ingilizce yayinlanan Pakistan’in “The Nation” gazetesinde, otobus firmamin da sahibi olan Guney Kore’nin dev holding’i Daewoo’nun patronu Kim Wong Choo’nun sahtekarliktan dolayi 10 yil hapse mahkum oldugunu okudum. Sanirim gittigimiz yerin gercekten Lahor olup olmadigini kontrol etmem gerekecekti.

Lahor’a inince ilk dusundugum donus biletini ayarlamakti, ancak onceden bilet satmadiklarini anlayinca rezervasyon yaptirdim, otobus tarifesini de yanima aldim. Simdi ilk is olarak kendime kalacak yer bulmam gerekiyordu. Taksi duragina yanasmak iyi bir fikir degildi, onlarca taksici adeta uzerime atlayacakti. Pesime takilan taksicilere hayir diyerek pazarlik yapabilecegim tek bir taksi bulmak umudu ile biraz yolda yurudum, ancak inanilmaz sicakta bu pek akil kari bir is degildi, ve ortalikta baska taksi de yoktu. Mecburen donup kendimi taksi duragina attim, aninda ortalik ana baba gunu oldu. Bi kac soru sordum ve verdigi mantikli gorunen cevaplardan Ingilizce bildigini tahmin ettigim birinin taksisine bindim. Adamin kafasina gore “ok”, “yes”, “no” dedigini, ezberledigi cumleleri saydirdidigini ve o gun sansli gununde oldugunu anlamam uzun surmedi.

Islamabad’daki konaklama modelimize uymayi planlamistim, yemekleri guzel ama yataklari pahali otelin yakininda ucuz bir yer bulup geceyi orada gecirecektim. Ama bu guzide otelin Lahor subesinin yakininda baska hic bir otel olmadigini gorunce mecburen taksi soforumuz yoldan cevirdigi insanlara uygun bir yer sormaya basladi. Pek hayirli bir durum degildi dogrusu. Sehre girerken ne kadar cok universite kampusu oldugunu farketmistim, gercekten de yolda gordugumuz insanlarin arasinda cok sayida genc ve salvar-mintan haricinde pantalon, gomlek, tisort giyen insan vardi. Soforun konusmaya calistigi bir gence direk “Ingilizce biliyor musunuz?” diye atladim ve dort ayak uzerine dustum. Cocuk Ingiliz Dili ve Edebiyati okuyordu ve bir iki cumleden sonra direk taksiye binip olayi tamamen kendi uzerine aldi. Dunya kupasi ve Hasan Sas muhabbetine muteakip, beni 4-5 otel gezdirip pazarlik yapti, odama kadar cikip klimanin calisip calismadigini bile kontrol etti, ve sehrin ortasindan gecen, Hindistan’dan gelen ve tum Lahor sakinlerinin icine girip serinledigi, Pazar gunleri kiyisinda ayakta duracak yer bulunmadigini daha sonra ogrenecegim camurlu suyu getiren kanal yakinlarinda bes-alti odali, nispeten temiz bir misafirhane’ye yerlestirdi. Daha ne isteyebilirdim?

Aksam yemegi olarak biseyler ismarladim, ancak daha onceki deneyimlerimizden birinde oldugu gibi yine yemegi tencere ile getirdiler ve beste birini ancak yiyebildim. Daha onceki olayda Oguz Abi ile ikiser parca yemek ismarlamistik ve her biri en az uc kisilik porsiyonlarla gelmisti, toplam on iki insan evladini doyuracak yemeklerin ucundan utanarak tirtikladiktan sonra cope gondermek dogrusu icimizi ciddi bir sekilde burkmustu.

Ertesi gun resepsiyondaki arkadasa bir taksi cagirtip bu kez daha derinlemesine konusarak Ingilizce bildiginden emin olduktan sonra eline onceki gunlerde oradan buradan bir araya getirdigim “Lahor’da gorulecek yerler” listesini tutusturdum ve pazarliga giristim. Adamin ilk soyledigi fiyatin yarisina anlastik, ve yola koyulduk. Lahor Muzesi’ni, Badshahi Camii’ni, Shalimar Bahceleri’ni, Chaburgi Kapisi’ni, Sehidler Kalesi’ni arada bir tek, ne yazik ki, McDonald’s da durup ikmal yaparak gezdik. Artik icine avuc avuc baharat atilmis yagli yemeklerden fenalik gelmisti ve o an icin rezil Amerikan hamburgeri bile daha mantikli gorunuyordu.

Bu arada anlatmadan gecemeyecegim, 350 yillik Badshahi Camii, bizim bildigimiz kapali ibadet mekani anlayisindan biraz farkli bir yapi, bu yuzden bi sure “ee bu binaya nerden giriliyo?” diye salak salak bakindim. Yaklasik 200 metreye 150 metrelik bir avlunun bir tarafinda kemerli ve yuksek bir kapi, diger tarafinda birbirlerine arabesk kemerli gecislerle baglanmis sogan kubbeli eyvanlar var. Avlu, cepecevre yine kemerli gecislerle bezenmis kapali bir koridor seklinde birlesiyor ve duvarlarda yakinlardaki bir nehir yatagina bakan acikliklar var. Hala yerinde mi bilemiyorum, vaktiyle Ankara Altinpark’da bir Feza Gursey Bilim Merkezi vardi. Oradaki turlu bilimsel oyuncak arasinda akustik ile ilgili olan bir tanesi oldukca ilgincti, salonun bir kosesinde uydu canagina benzer bir yapinin icine fisildayan bir arkadasinizin sesini koca mekanin diger ucunda, kalabaliginin ugultusu arasinda bir baska canaktan cok net olarak duyabiliyordunuz. Badshahi’de de o sogan kubbelerin altinda yasli bir adam yanima yanasti ve beni elimden tutup duvarin bir kosesine goturdu, kulagimi koseye dayamami isaret etti. Mekanin akustik ile ilgili bir hikayesi oldugunu daha onceden biraz bildigimden dedigini yaptim, kendisi ise kosarak kubbenin tam capraz diger kosesine gitti ve duvara dondu. Fisildayan sesini, fisildadigini dahi ayirt edebilecegim kadar net bir sekilde duyabiliyordum. Begendigimi gorunce beni bu sefer bir diger alcak kubbenin altina goturdu ve yere coktu, aynisini yapmami isaret etti. Camiinin yerlesimine gore burasinin muezzinin yeri olmasi gerektigini dusunuyordum ki, 60 yaslarindaki kisa boylu, ihtiyar amcanin sicaktan ve susuzluktan kurumus dudaklari arasindan bir “himmm” sesi cikardigini farkettim, ayni anda kubbenin ici kuvvetli bir ses sisteminin her yaniniza dagilmis hoparlorlerinden geliyormuscasina yuksek bir ses ile inlemeye basladi.

350 yil once bu akustik kaliteyi bu zengin mimari ile birlestiren insanlara saygi duydum, ve gercekte “medinilesme” ‘nin teknolojik gelismenin neresine dustugunu, dunya tarihinde kurulup yok olan uygarliklar ve geride bunun gibi sanat eserleri ve kilometre taslari birakarak gecmisin karanligina gomulen kulturlerin de acaba simdi bizim icinde bulundugumuz gibi bir sonsuza kadar varolma vizyonu hatasina dusup dusmediklerini merak ettim. Sicaktan kavrulan genis avluyu son bir kez gecerek disarda beni bekleyen taksime ulastim.

Beyaz mermer ve pembe-kirmizi tuglalarda yapilmis tarihi binalar ve yeni yapilarla dolu Lahor’un Pakistan’da gordugum diger sehirlerden farkli bir havasi mevcut. Muhtemelen bir kac saatlik mesafedeki Yeni Delhi’nin ve de Hindu, Budist ve Sikh kulturlerinin bunda etkisi var. Ilk bindigim taksinin soforu beni gavur bellemis olacak ki ilk ettigi laf “Ben Hristiyan’im” olmustu, tabii ben arkasinda “Biz de elhamdulillah muslumaniz” diyince konuyu daha fazla kurcalamadi, zaten dili de pek yeterli degildi hatirlarsaniz. Sehirde farkli kulturlerin varligini kanitlarcasina Sikh tapinaklari, kiliseler ve camiiler yanyana, fakat bu ic icelige ragmen bolgede Pakistan’in kurulmasindan bu yana sure gelen, ve hala cozulmemis olan, Kashmir sorunu ile de gun gectikce kroniklesen Hindu-Musluman cekismesinin bir kaniti olarak bir saldiri korkusu ile Muslumalarin Sikh tapinaklarina girmesine izin verilmiyor.

Bu kisa zaman diliminde gorebilecegim her yeri gordukten ve sicaktan iyice pelte haline geldikten sonra tekrar Daewoo’nun otobusune atlayarak Rawalpindi ye geri dondum. Yagmurlu bir karsilamadan sonra tekrar otelime yerlestim ve guzel bir dus sonrasi uykuya daldim. Bu kez ertesi gun kesin donuyorduk.

Ne yazik ki pek de oyle olmadi. Ucak Kabil’in uzerine kadar gelip hava muhalefeti bahanesi ile geri dondu. Bahtsiz bedevi misali bu kez ne yapacagimizi bilemiyorduk, resmen Pakistan’da mahsur kalmistik. Artik kisa vadede gorebilecegim ve yapabilecegim pek bir sey de kalmadigindan, iki gun sonraki ucagi otel odasinda pinekleyerek ve televizyon seyrederek bekledim.

Pakistanli kardeslerin, ilkgenclik yillarimda bizdeki televizyon kanallarinda da bolca olan ve “acaba gercek mi?” diyerek izledigimiz nam-i deger pankreas, Amerikan guresi sevdalarini da bu arada kesfetmis oldum. Bir cok kanalda mutemadi sekilde bu gosteriler/dovusler gosteriliyor ve daha sonra baskalari ile olan konusmalarimdan anladigim kadari ile bunlarin gercek olduguna ciddi bir sekilde inanmis vaziyetteler. Muhtemelen bu olay Hindistan’da da ciddi sekilde populer olmali ki ringlere cikan Hintli bir guresci bile var. Bir kanalda bitince digerinde basliyor ve Urdu dublajiyla spiker heyecanli bir sekilde birbirinin kafasinda gitar, masa, sandalye kiran ve ringlerin kenarlarindan yaylanip kosup kosup birbirinin uzerine atlayan garip ve komik kiyafetli, makyajli, bazisi gobekli, dovmeli, tasmali bi alay ilginc karakterin gosterisini anlatiyor.

Bir diger enteresan konu ise kriket denen acayip oyun. Iki gun izlememe ragmen, kim nereye atiyor, vurunca noluyor, tutunca noluyor, bu kadar adam neden o sahaya toplanmis, bu insanlar tribunlerde ne yapiyor anlayabilmis degilim. Izledigim atislarin neredeyse hepsine vurdu adamlar, yuz puana yakin skor farklari olustu, profesyonel sporcu bir alay adam bu sure icinde sahada gezindi, bir faaliyet gostermedi, ben olayi cozemedim. Ilk firsatta ogrenecem. Bence bu isi Ingilizler somurgeleri uyutmak amaciyla uydurmus ve eldeki malzemelerden, camasir tokaci, bir top ve bi kac direkten bu olayi uretmisler. Zaten dunya klasmanlarini da gordum, takimlarin alayi Ingiliz somurgesi ve ya kolonisi. Yine de saygi duyuyoruz, o ayri. Izledigim adi “gili gili gappa” olan garip yarisma programindan ise burada hic bahsetmiyorum.

Buyuk sehirlerinde gormedigim bir tek Karaci kaldi sanirim, o da benim donup durdugum mekanlara biraz uzak. Bizim gibi dag, tirmanis sevdalilari icin esas gezilecek yerler olan Islamabad’dan baslayip Himalayalar ve Karakoram iclerinden yukselerek Cin’e kadar uzanan meshur Karakoram Otobani icin ise ne yazik ki vakit yeterli degildi. Pakistan sekizbinliklerinin baslangic duragi Skardu, karayolu ile 20 saate yakin zahmetli bir yolculuk gerektiriyor, ucak bileti gidis gelis 120 dolar civari olmasina ragmen sadece haftada bir kez var, ve malumunuz uzre, ne yazik ki zamanim buna uygun degildi. O da baska sefere artik.

Ucuncu ve son kez havaalanina ulastigimizda artik bu uzatilmis gezinin bitmesini gercekten istiyorduk. Pakistan Havayollari’nin yetkilisi onaylanmis biletlerimize ekonomi sinifinda yer olmadigini ve bir iki saat beklersek kesin durumun belli olacagini soyleyince, tereddutsuz biletleri birinci sinifa cevirdik. Ucusta gazete servisi yapilmasi disinda yine ayni ton balikli puf boregi ve ketcapli keki yedik, dogrusu o paraya degecek bir fark goremedik ama onemli olan geri donebilmekti. Yolda karsilastigimiz alcak basinc bolgelerinin sagindan solunda dolasan pilotumuzun her anonsunda her an geri donme karari vereceginden korkarak simdiye kadar yaptigim en sarsintili ucak yolculugu ile Kabil’e ulastik.

Biraz uzun oldu sanirim ama Pakistan hikayelerim burada bitiyor. Beni taniyanlar her ne kadar geleneksel goruslu bir adam oldugumu ve bir an once evlenip bir yerlere yerlesmemi salik verseler de, ruhumun bir yerlerinde gezip gormek, dunyayi dolasmak icin gizli bir durtu var. Ozellikle farkli toplumlari ve kulturleri gormek, turistler icin kurulmus bir vitrindeki mankenlere bakmaktan cok insanlarin arasina karisabilmek, hayata ve olaylara bakis acilarini gozlemleyebilmek bana oldukca ilgi cekici geliyor. Gozlemledigimi yaziya dokmek ise ne yazik ki benim icin ancak ruzgar dogru yerden eserse mumkun olabiliyor. Sahsi kanaatimce, sadece bakmak degil, gorebilmek ve sadece yazmak degil anlatabilmek, eger basarabiliyor iseniz, deneyiminizi degerli kiliyor.

29 Mayis – 04 Haziran

Islamabad-Kabil

9 Comments:

Blogger Gaia Skywalker said...

ORADAN BURADAN BLOG OKURKEN KARŞIMA ÇIKAN BLOĞUNU BİR HAYLİ İLGİNÇ BULDUM. DOĞU KÜLTÜRÜNÜ İNANILMAZ MERAK EDEN BİR SOSYAL ANTROPOLOG OLARAK "ÇOK ŞANSLISIN" ORALARI GÖREBİLDİĞİN İÇİN DEMEK İSTERİM. YAŞADIKLARIN DA İLGİNÇ. BLOG ÇOK ENTERESAN BİRŞEY ZATEN İNSANLAR SEYAHATNAME ŞEKLİNDE KULLANIYORLAR. NEYSE ÇOK UZATTIM, KEYİFLİ YAZIYI PAYLAŞTIGIM ICIN TEŞEKKÜRLER.

e.

Cumartesi, Haziran 24, 2006 11:14:00 ÖÖ  
Blogger kerem said...

"Seyahatname" cok iddiali olur dogrusu, sadece yasadiklarimi anlik hazeyanlar ile yaziya dokup paylasiyorum. Yazimi keyifli buldugunuz icin tesekkur ederim.

Cumartesi, Haziran 24, 2006 11:22:00 ÖÖ  
Anonymous Adsız said...

cidden nasıl olduğunu anlamadan karşıma çıkan bu bloğu okumak çok eğlenceli.. blog sahibi olmalıyım fikrini aşıladı paylaştıkların.. abartıp büyüyünce sen olmak istediğimi de yazıcam ama komik gelicek.. takip edeceğim ve haz alacağım anlatışından..
(:

Cumartesi, Temmuz 01, 2006 12:22:00 ÖÖ  
Blogger kerem said...

Tesekkur ederim, baslarken kendi kendime yazdigimi dusunuyordum hep ama sagolun yanliz birakmadiniz beni buralarda. Yanliz uyariyorum cok tutarsiz bir yazarimdir, bazen aylarca yeni seyler yazamam. :P

Cumartesi, Temmuz 01, 2006 8:02:00 ÖÖ  
Blogger lüt said...

blog sahibi oldum bile (:
üzerinde toplum baskısı oluştururuz gerekirse, sayın gezginimiz.. zaten paylaşacağını umacağım adıma..

Cumartesi, Temmuz 01, 2006 12:21:00 ÖS  
Blogger Gaia Skywalker said...

100. Ad, Doğunun Limanları, Semerkand tadında okuduğum bloğunda yeni maceralarını dört gözle dillendirmeni diliyorum Kerem... :))

e.

Pazartesi, Temmuz 03, 2006 7:09:00 ÖS  
Blogger kerem said...

Amin Maaolouf, ve ondan once Ihsan Oktay Anar en sevdigim yazarlardir dogrusu, yazilarimda bir nebze de olsa bende biraktiklarini yansitabiliyorsam ne guzel.

Pazartesi, Temmuz 03, 2006 7:36:00 ÖS  
Blogger tahin said...

Cok guzel anlatmissin. Cok begendim. Eline&aklina&yuregine saglik..
Yeni gezi yazilarini bekliyoruz:)

Pazar, Temmuz 09, 2006 11:20:00 ÖS  
Blogger kerem said...

Tesekkurler Tahin! :o)

Pazartesi, Temmuz 10, 2006 1:27:00 ÖÖ  

Yorum Gönder

<< Home